Bismillâhirrahmânirrahîm.

es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!

Mevlidiniz, Mevlid kandiliniz mübarek olsun. Bu güzel geceleri minarelerde kandillerle nurlandırıp işaretlediğimiz için bu gecelere kandil denilmiş. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in doğumunun tes'îdi sene-i devriyesi olan bugün, sizler ve bizler ve bütün Ümmet-i Muhammed için İslâm âlemi için hayırlı olsun.

Allahu Teâlâ hazretleri, o en sevgili kulu, Habîb-i Edib-i Muhammed-i Mustafâsı hürmetine bizleri dünya ve âhiretin hayırlarına erdirsin. Afv u mağfiret eyleyip rızasına rahmetine vâsıl eylesin. Cennetiyle cemaliyle müşerref eylesin.

Muhterem kardeşlerim!

Biliyorsunuz Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz 570 veya 571 senesinin Nisan ayında, -Bu konuyu inceleyen bazı Mısırlı alimler 571 senesini tercih etmişler. - 20 Nisan günü, pazar gününü pazartesiye bağlayan gecede, -Tabi İslâmî mantığa göre biz buna pazartesi gecesi diyoruz. - Rebîü'l-evvel ayının on ikisinde dünyaya teşrif eylemişler.

Allahu Teâlâ hazretleri cümlemizi şefaatine nâil eylesin.

Tabi muhtelif kitapların, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'le ilgili alimlerin çeşitli rivayetleri var. Rebîü'l-evvel ayının sekizi diyenler de var, on ikisi diyenler de var. Yıl olarak da farklı ifadeler kullananlar olmuş; 570, 571, hatta daha farklı oldukça farklı seneler söyleyenler var.

571 yılının 20 Nisan'ında bir pazarı pazartesiye bağlayan gece dünyaya geldiği umumiyetle kabul edilen bir husus.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz âlemlere rahmet olarak indirilmiş, gönderilmiş, vazifelendirilmiş bir yüce insan. Kur'ân-ı Kerîm böyle buyuruyor:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Ve mâ erselnâke illâ rahmeten li'l-âlemîn. "Biz seni irsal etmedik, elçi olarak resûl olarak göndermedik, ancak ve ancak âlemlere rahmet için gönderdik, rahmetimizden rahmet olarak gönderdik. Başka bir sebeple değil ancak rahmet olarak gönderdik." buyuruluyor.

Tabi bu "rahmet" sözü bizim Türkçemizde bugün anladığımız mânadan başka bir mânaya, "merhamet" mânasına geliyor:

Âlemlere, insanlara, cinlere, mahlûkata merhametinden Allahu Teâlâ hazretleri Peygamberimiz'i vazifelendirip göndermiş. Acıması neden? Allahu Teâlâ hazretlerinin âlemlere acıması neden?

Eğer insanlar doğru yolu bulamazlarsa, hak yol üzere Allah'ın razı olduğu din üzere yürüyemezlerse, yaşayamazlarsa, doğru imana sahip olamazlarsa, âhiretleri mahvolacak, ebedî mahrumiyete uğrayacaklar, ebedî şekâvete düşecekler, ebedî azap görecekler.

Allahu Teâlâ hazretleri erhamü'r-râhimîn olduğu için, kullarının iyiliğini istediği için peygamber göndererek onları ikaz ediyor.

Onun için Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in iki mühim vasfı var, pek çok olan isimleri vasıfları arasında iki tanesi bu yönden zikredilmeye değer, önemli:

Birisi Beşîr; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz müjdeci, müjdeleyici bir peygamber.

Neyi müjdeliyor?

Allah'a itaat edenleri, iman edenleri, amel-i sâlih işleyenleri, Allah'ın emrine uygun yaşayıp şu dâr-ı dünyada hayat imtihanını başarılı geçirenleri, kazananları cennetle müjdeleyerek cennete gideceklerini bildiriyor. "Onlar cennete gidecekler, ebedî saadete erecekler, sonsuz nimetlere sahip olacaklar, sonsuz bahtiyarlıklara gark olacaklar." diye bir müjde. Muazzam bir müjde, çok büyük bir haber bu. Çok önemli bir haber.

Bir de bunun karşı tarafı var: Nezîr, "inzar edici, ihtar edici, ihbar edici, ikaz edici peygamber."

"Ey kullar! Eğer Allah'ın emrini tutmazsanız Allah'ın emirlerini dinlemezseniz iki cihanda mahvolursunuz, perişan olursunuz. Hem dünyanız kaos içinde, zulüm içinde, fitne fesat içinde, anarşi içinde huzursuz geçer; hem dünyanız mahvolur hem âhiretiniz mahvolur. Aman Allah'ın yolundan ayrılmayın; iyi, faziletli ve kâmil insanlar olun." mânasına "ikaz edici, uyarıcı, ihtar edici, korkutucu" vasfı.

Bu iki vasıf da insanlara faydalı, insanları kötü âkıbetten kurtaran iyi sonuçlara ulaştıran vasıflar. İşte bu vazifeleriyle Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Allah'ın insanlara merhametini temsil ediyor.

Allah'ın merhametine nâil olmak, rahmetine ermek, kurtulmak için insanların Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e ittibâ etmesi lazım. Ve onun için Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem rahmetullah'tır, Allah'ın insanlara rahmeti, merhametidir; onu peygamber seçip göndermiştir.

Çok geniş perspektiften meseleyi ortaya koymak gerekirse Allahu Teâlâ hazretleri şu çevremizde hayranlıkla, hayretle temaşa ettiğimiz muhteşem kâinatı yaratmış. Geceleyin başımızı kaldırıyoruz; yıldızlarla dolu, esrarengiz, harika romantik bir gökyüzü, lacivert bir zemin üzerinde pırıl pırıl nuranî mücevher gibi yıldızlar, çeşitli boylarda çeşitli görünümlerde gök cisimleri; güneş, ay, yıldızlar, seyyareler, sabiteler; muhteşem bir feza. Sonra çevremize bakıyoruz, dünyamıza bakıyoruz; çeşit çeşit tecellîler, çeşit çeşit mahlukât, çeşit çeşit varlıklar görüyoruz. Evet bunların hepsi Allahu Teâlâ hazretlerinin yarattığı, sanatının kudretinin eseri olan mahlukât. Evet, bütün bunların hepsi içinde en şerefli mahlukât, eşref-i mahlukât, -eşref en şerefli demek- insanoğlu.

İnsanoğlu kâinatın âdeta bir özeti, hulâsası, küçük numunesi, bir küçük kâinat gibi muazzam ve muhteşem bir yaratık. Bu hususta yine Kur'ân-ı Kerîm'den delilimiz var:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Ve lekad kerremnâ benî Âdeme ve hamelnâhüm fi'l-berri ve'l-bahr. "Biz âdemoğullarını mükerrem, müşerref, şerefli, kıymetli, soylu, asaletli mahluklar kıldık." buyuruluyor ve varlıkların karada denizde onların hizmetine verildiği bildiriliyor.

Evet, çevremizdeki bütün varlıklar içinde şeref bakımından en kıymetli olan biz insanoğullarıyız. Allahu Teâlâ hazretleri bize iman ihsan etmiş, iman ile en şerefli oluyoruz. İmanda tabi akıllı insanlar için bahis konusu. Akıl o bakımdan çok önemli bir ikram oluyor.

Allahu Teâlâ hazretlerinin bize verdiği türlü nimetler içinde en önemlisi akıl. Bu akıl ile Allahu Teâlâ hazretlerini bulabiliyoruz, kulluğumuzu idrak edebiliyoruz ve güzel kulluk yapmayı başarabiliyoruz Allah'ın verdiği bu güzel meziyet sayesinde, bu güzel kabiliyetle...

Allahu Teâlâ hazretleri hepimizi akl-ı selîmden ayırmasın.

Biliyorsunuz akıllar çok, herkesin bir aklı var; hatta herkes aklını çok beğenir; "Benim aklım herkesin aklından üstündür." diye düşünür. Tabi bu yanlış.

Çünkü etrafındaki insanların hepsini tanıması mümkün değil. İnsanın çevresinde neler vardır, her konuda kendisinden nice nice ileri insanlar vardır. Ama işte herkes kendi aklıyla övünür. Fakat akıllar da normal çalışmıyor.

Aynalar nasıl?

Ayna nedir?

Ayna; sen karşısına geçtiğin zaman senin görüntünü aksettiren bir aksettirici düzlem. Ama aynalar da güzel yapılmazsa insanları düzgün göstermez; yüzünü eğri gösterir, yamuk gösterir, kırışık gösterir, buruşuk gösterir.

Demek ki ayna olmak yetmiyor; aynanın düz olması, mükemmel olması, sağlam olması gerekiyor. Akıl olması da yetmez; aklın da akl-ı selîm olması lazım.

Selîm ne demek?

"Aklî rahatsızlıklardan, muhakeme bozukluklarından, gayri ilmî yanlışlıklardan, yanlış çalışmadan, yanlış istikamete yönelmeden kurtulmuş olan akıl" demek.

İşte Allah, bir insana akl-ı selîmi ihsan etmişse, o akl-ı selîm doğru çalışarak gerçekleri görüp Allahu Teâlâ hazretlerinin varlığını birliğini anlayabiliyor. Dağın başında da olsa, çölde de olsa, bir mağaranın içinde de olsa, medeniyetin hiç gelmediği bir adada tek başına yaşayan bir kimse de olsa, -bebekken oraya düşmüş; annesi babasıyla, gemiyle kayıkla veyahut uçaktan paraşütle atlayarak düşmüş, hiçbir şey bilmeyen bir insan- kendisine hiç kitap gelmemiş; dünyadaki gelişmelerden, medeniyetlerden, indirilen kitaplardan, gönderilen peygamberlerden haberdar olmasa bile bir insan, Allahu Teâlâ hazretlerinin varlığını normal akıl meziyetiyle anlamak zorunda. Bu onun için farz, boynunun borcu.

Allah'ı doğru anlayamazsa, algılayamazsa, bulamazsa, bilemezse, müşrik olursa, kâfir olursa, gafil olursa cezasını çekecek. Bulması lazım. Ârif olması lazım, mü'min olması lazım. Allah'a güzel kulluk etmesi lazım.

Evet, eşref-i mahlûkât, akıl sayesinde iman sayesinde insandır. İmanlı insanların içinde de insan neslinin içinde de "benî Âdem" diyoruz.

Arapçada benî "çocuklar" demek, ibn "çocuk" demek, Benî Âdem; "Âdem'in evlatları çocukları." Âdemoğullarının da en kıymetlileri, Allah'ın seçtiği güzel kullar.

Çünkü Allah her şeyin en güzelini yaratır, her şeyin en güzelini bilir, en doğrusunu bilir.

Onun için Allah'ın seçtiği kulları, seçkin kulları, peygamberleri muhakkak ki onlar da en kıymetli insanlar, insanların en yüksekleri. Âdem atamız aleyhisselam'dan başlamış, nice peygamberler; Nuh aleyhisselam, İbrahim aleyhisselam, Musa aleyhisselam, İsa aleyhisselam gelmiş, geçmiş.

Ama bunların hepsinin üzerinde, hepsinden daha şerefli olarak Allahu Teâlâ hazretleri seyyidü'l-mürselîn olarak, gönderilen peygamberlerin seyyidi olarak, baş tacı olarak, en üstünü olarak Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'i seçmiş, kendisinin Habîb-i Edîbi eylemiş.

Biz bu hususta Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in hadîs-i şerîflerini okuyalım.

Sahabe-i kirâm, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e sorarlardı:

"Yâ Resûlallah! Biraz kendinden bahsetsen."

"Yâ Resûlallah bize neler neler anlatıyorsun..." diye düşünürlerdi, sahabe-i kirâm rıdvanullahi teâlâ aleyhim ecmaîn.

"Geçmişten bahsediyorsun, eski ümmetlerin hatalarından günahlarından maceralarından, peygamberlerin ahvalinden kıssalarından, âriflerden, zalimlerden, kâfirlerden bahsediyorsun, istikbalden bahsediyorsun, ileride olacakları anlatıyorsun ve her şeyin doğru, her şeyin güzel. Neler biliyorsun, Allah sana neler bildirmiş, elhamdülillah; biraz da kendinden bahsetsen. Bu hususta bizi bilgilendirsen." diye, zaman zaman Resûlullah Efendimiz'e sorarlardı.

Onun için Peygamber Efendimiz tebessümle onların bu isteklerine cevap olmak üzere kendisi hakkında zaman zaman bazı bilgiler ifade buyurmuşlar. Ben onlardan bazılarını size okumak istiyorum.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki; İbn Asâkir ve ed-Dârimî'nin Câbir radıyallahu anh'ten rivayet ettiğine göre.

Ene kâidü'l-mürselîne ve lâ fahre. Ve ene hâtemü'n-nebiyyîne ve lâ fahre. Ve ene evvelü şâfiun ve müşeffa' ve lâ fahre.

Bu kısa bir hadîs-i şerîf. Size seçtiğim çok hadîs-i şerîfler var tabi, bir tanesi bu.

Efendimiz buyurmuş ki;

Ene kâidü'l-mürselîne ve lâ fahre. "Ben peygamberlerin önderiyim. Onları sevk edip sürükleyecek lideriyim. Onların en başında gelen kimseyim." Ve lâ fahre. "Övünmek yok."

Allah takdir eylemiş, beni bu makama Allahu Teâlâ hazretleri uygun görmüş, beni bu şekilde o yaratmış. Ama bütün peygamberler hepsi Peygamber Efendimiz'in maiyetinde ve onun arkasında.

Ve lekad faddalnâ ba'da'n-nebiyyîne alâ ba'd buyuruluyor Kur'ân-ı Kerîm'de.

"Peygamberlerden bazısını diğerlerine üstün kılmıştır."

Hepsi aynı şeref seviyesinde, hepsi aynı rütbede değil; rütbeleri farklı. Peygamber ama hepsinin de kendine göre rütbeleri farklı. İşte onunki rütbelerin en yükseği.

Kâid, Arapça bir de komutan mânasına gelir, o bakımdan rütbe kelimesini de burada severek kullanıyorum. Peygamberlerin rütbesi en yüksek olanı Efendimiz'dir.

Diyelim ki bir ordunun en yükseği kimdir?

Generallerdir. Generallerin en yükseği de, onların başına seçilmiş olanı da genelkurmay başkanıdır, başkomutandır.

"İşte ben peygamberlerin baş komutanayım." Ve lâ fahre.

Kâid; kâde-yekûdu fiilinden, "sevk eden" mânasına geldiğinden, âhirette de mahşer yerinde de insanlar hesap görecekler, Allah tarafından hesapları görülecek, hesabı yaşayacaklar, ondan sonra ehl-i cennet, ehl-i cehennem ayrıldıktan sonra ehl-i cennet cennete gidecek ama ilk başta Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz olarak gidecek. Cennetin ilk kapısına varan Peygamber-i Zîşânımız sallallahu aleyhi ve sellem olacak.

Ve hatta cennetin kapısını çaldığı zaman cennetin bekçisi Rıdvan aleyhisselam, "Rıdvan" isimli melek; Men ente, "Kimsin sen ey mübarek?" diye sorduğu zaman Peygamber Efendimiz kendisini tanıtacak; Ene Muhammedün, "Ben Allah'ın elçisi Muhammed'im." deyince o zaman Rıdvan aleyhisselam kapıları açıp diyecek ki; Bike ümirtü en lâ eftaha kableke yâ Resûlallah, "Ey Resûlallah! Senden önce şu kapıyı başka birisine açmamak için bana emrolundu. Sadece ve ilk önce sana açmak için emrolundu da ondan soruyorum, buyur yâ Resûlallah!" diyecek.

Onun için buradaki kâid kelimesi insana o mânayı da hatırlatıyor. Peygamberler, Efendimiz'in arkasında, Peygamber Efendimiz ta en önlerinde, cennetin kapısında hayal edin.

Ve lâ fahre, diyor Efendimiz. Tabi tevazuun da şahı, her şeyin sultanı şahı olduğu gibi tevazuunda sultanı olduğundan ve lâ fahre diyor; "Övünmek yok. Allah'ın bir takdiri, hamd edilecek bir şey; bundan övünmek yok." diyor.

Sonra?

Ve ene hâtemü'n-nebiyyîn. "Ve ben peygamberlerin hâtemiyim, sonuncusuyum. Bu peygamberlerin listesi tamam olup da mühürlenip bitiren, onu mühürleyen, sona erdiren, Allah'ın en sonuncu elçisiyim."

Tabi bu da çok önemli.

Biliyorsunuz dünya üzerindeki dinî cereyanları takip ederseniz biz burada fezaya gerçekleri söylediğimiz için bu hususları da radyo dalgaları fezaya yayıyor. Herkes duysun, duyma imkânı da var, isteyen radyosunu ayarlar, duyar, çeşit çeşit cereyanlar var ama bu inançla ilgili cereyanlar insanın aklının işi değildir. İnsan kalkıp da kendi aklından; "Ben bir dinî cereyan uyduracağım." derse tabi sapıtır, şaşırır.

Şimdi çeşit çeşit sapık insanlar çıkıyor da bu peygamberlik müessesesi konusunda edebe uymayan, dine imana sığmayan garip garip şeyler söylüyorlar. Burada Efendimiz'in ben hâtemü'n-nebiyyîn'im demesi çok önemli:

"Peygamberlerin en sonuncusuyum." diyor.

Peygamberlerin evveli Âdem aleyhisselam; en sonuncusu, en sonda geleni de Peygamberimiz Muhammed-i Mustafâ sallallahu aleyhi ve sellem. Arasında da nice nice peygamberler geçmiş, ama en sonuncusu Peygamber Efendimiz.

Ondan sonra kalkıp birisi de; "Ben de peygamberim." diye çıkarsa nedir?

Yalancıdır. Müseylemetü'l-Kezzab gibi... Veyahut zamanımızda da bu çeşit abuk sabuk şeyleri söyleyenler oluyor. O bakımdan bu da çok önemli. Peygamberlerin hâtemi.

Hâtem aynı zamanda "mühür" mânasına geldiği gibi "yüzüğün üstüne konulan yerleştirilen kıymetli taş" gibi bir mânaya da gelir.

O bakımdan da bu kelimeler zihnimizde güzel çağırışımlar yaptırıyor. Sanki peygamberlerin arasında mücevher gibi yüzüğün üstündeki taş gibi. Yüzüğün üstündeki taş, yüzüğün öbür taraflarından kıymetli olduğu gibi Peygamber Efendimiz de öyle bir mücevher gibi.

Beşer ama beşer gibi değil. Nasıl elmas da bir taştır ama diğer taşlar gibi değil, yakut da bir taş ama kıymetli taş, çok kıymetli taş. Onun gibi.

Peygamber Efendimiz peygamberlerin sonuncusu olduğunu bildiriyor.

Ve lâ fahre.

Tabi bir övünme bahis konusu değil.

Kıyamete kadar Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in hükmü devam edecek.

Peki daha önce gelmiş olan, geçmiş olan peygamberlerin ümmetleri başka başka ülkelerde o peygambere bağlı olarak yaşıyorken Peygamber Efendimiz geldikten sonra ne yapmaları lazım?

Bizim dinler tarihi profesörü rahmetli kardeşimiz Hikmet Tanyu söylerdi:

"Zerdüşt dininin kurucusu da aslında bir peygambermiş" diye.

Bir takım kitaplarda okumuştum:

Yunanlılarda bu Sokrates kendisine bir meleğin geldiğini ve Allah'ın birliğini kendisine söylediğini, onun için Yunanlıların politeist çok tanrılı dinlerine karşı çıktığını, o yüzden de öldürüldüğünü menkıbeler anlatır.

Ona soruyorlar: "Sen bunları nereden çıkarıyorsun? Bizim toplumumuzun bu tanrılarına, putlarına niye karşı çıkıyorsun?" diye sordukları zaman; "Bunu bana bir melek geliyor, söylüyor." dediğine göre belki o da bir peygamber.

Sonra Hindistan'daki Buda; belki o da bir peygamber, gönderilmiş bir peygamber.

Hepsi şimdi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e tâbi olacaklar. Çünkü hepsini gönderen Allah. Hepsi Allah'ın elçisi, Allah'ın resûlü.

Binâenaleyh dünya üzerinde menşei hak olan, ilahi din olan ve öğreticisi Allah'ın gönderdiği peygamber olan bütün inançlar, o inançların sahiplerinin hepsi gelecek, artık Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e tâbi olacak.

Neden?

Allah onu göndermiş, en son peygamber olarak onu göndermiş ve "Ona uyun." buyurmuş:

Etîu'llâhe ve etîu'r-resûl. "Allah'a itaat edin ve Resûlullah'a itaat edin. -Peygamberimiz Muhammed-i Mustafâ'ya itaat edin.-" diye buyurmuş.

Şimdi burada bir büyük paragraf açmak gerekiyor.

Muhterem kardeşlerim!

Ben bu sözü söyledim, derler ki;

"Sen müslümansın da tarafgirlik yapıyorsun!"

Hayır! Bir kere tarafgirlik yapmayız, hak neyse hakkı söylemek vazifemiz; alim olarak, araştırıcı olarak hakkı söylemek vazifemiz. Körü körüne hiçbir alim taassup yapmaz. Taassup yapmayız da onlara kendi kitaplarında böyle bir peygamberin geleceği bildirilmiş. İşte işin en güzel, en enteresan, en önemli olan tarafı bu!

Hıristiyanlık kaynaklarında Peygamber Efendimiz'in geleceği müjdelenmiş. Peygamber Efendimiz'in zamanından önceki bütün insanlar; "O peygamber kimdir, ne zaman gelecek? Âhir zaman peygamberi." diye bekliyorlardı.

Yahudilerin Tevrat'ında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in geleceği bildirilmiş. Yahudiler biliyorlar, bekliyorlar ve müşrik Araplara söylüyorlardı:

"Bir peygamber gelecek. O geldiği zaman şirki biz tepeleyeceğiz." diyorlardı.

Musa aleyhisselam Allah'ın peygamberiyse ondan sonra gelen İsa aleyhisselam da Allah'ın peygamberi. İsa aleyhisselam'dan sonra gelen Muhammed-i Mustafâ aleyhisselam da Allah'ın en son peygamberi ve herkesin ona uyması lazım.

İşte bu gerçeği, bu muazzam gerçeği, bütün cihana söylüyoruz, fezada yayılıyor, sorumluluk bizden gidiyor; dinleyenlere, duyanlara geliyor.

Dinleyenler bu gerçekleri duyunca ellerini vicdanlarına koyacaklar ve Allah'ın emrine uyacaklar, Allah'a dönecekler, Allah'ın isteğine dönecekler. Allah'ın peygamberini, en son peygamberini, en son mesajı kabul edecekler. Ona tâbi olacaklar, doğru yola girecekler.

Puta tapmayı, taassuba saplanıp çamurda kalmayı bırakacaklar. Bâtıl inançları düzeltecekler; çünkü inançlar şaşırdığı, bozulduğu için Allah yeni bir peygamber gönderiyor. Mutlak gerekli de ondan gönderilmiş oluyor.

Binâenaleyh o yeni mesaja, Allah'ın yeni haberine kulak vermeleri lazım; kendi hatalarını anlamaları için bu şart. O bakımdan bu Hâtemi'n-nebiyyîn sıfatı da çok önemli; evrensel bir sıfat, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in önemli bir sıfatı. Bunun üzerinde bütün insanların düşünmesi lazım.

Ve ene evvelü şâfiin ve müşeffeun ve lâ fahre. "Övünmek yok ama ben ilk şefaat edecek olan kimseyim ve şefaati de ilk kabul olunacak kimseyim."

Şâfi, "şefaat eden" demek. Müşeffa' da "şefaati makbul olan, Allah tarafından şefaati kabul olunan" demek. Hani herhangi bir sıradan kimse; lalettayin, salahiyetsiz bilgisiz, Allah'ın razı olmayacağı bir kimse kalkıp da; "Yâ Rabbi! Şunu affet, bunu mağfiret et." dese; "Sen kim oluyorsun? Otur aşağı!" denilir ama müşeffa' "şefaati makbul olan, kabul edilen, geçerli olan, şefaat salahiyetine mazhar olmuş olan, o şerefe sahip olan insan" demek.

Evet, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in şefaati vardır. Bu hadîs-i şerîften de görülüyor, Kur'ân-ı Kerîm'den de biliniyor.

Kur'ân-ı Kerîm'de de;

Men ze'llezî yeşfeu indehû illâ bi-iznih. "Allah'ın indinde onun müsaade ettiklerinden başka kim şefaat etmeye kalkabilir? Ancak onun müsaade ettikleri şefaat edebilir." denildiğine göre Kur'ân-ı Kerîm'de de şefaat-i peygamberî, Peygamber Efendimiz'in şefaâti, peygamberlerin şefaati bildirilmiş.

O bakımdan Peygamber Efendimiz'in de şefaat hakkı olduğunu buradan sevinerek öğreniyoruz. Çünkü o sıfat, bize yönelik bir sıfat. Biz onun ümmeti olduğumuz için Efendimiz'e şefaatçilik verilmiş, şefaat etme hakkı verilmiş ve şefaati de makbul ve muteber.

"Peygamber Efendimiz müşeffa', şefaati makbul olan bir kimse, ne mutlu!" diye seviniyoruz; çünkü bize şefaat edecek.

Dileriz ki Allahu Teâlâ hazretleri bizi onun iltifatından, şefaatinden, sevgisinden, rızasından, sünnetinden, yolundan, yanından ayırmasın, âhirette komşu eylesin.

Onun güzel sözleri açılınca zaman dolmadan hiç olmazsa bir tane daha hadîs-i şerîf okuyayım.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuş ki;

Ene seyyidü veled-i Âdeme yevme'l-kıyameti ve lâ fahre. "Kıyamet gününde insanlar mahşer yerinde toplandıkları zaman ben Âdemoğullarının seyyidi olacağım; övünmek yok. Ama hepsinin başkanı, hepsinin en üstünü, en şereflisi olacağım; vaziyet böyle." Ve bi-yedî livâü'l-hamd ve lâ fahre. "Elimde livâu'l-hamd olacak."

Hamd sancağı Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in elinde olacak, başında dalgalanacak. O hamd sancağının gölgesinde Âdem aleyhisselam ve bütün peygamberler, Âdem aleyhisselam'dan İsa aleyhisselam'a kadar bütün peygamberler, sıddıklar, şehitler, salihler orada o bayrağın altında toplanacaklar.

O bayrak böyle yükseklerde dalgalanırken, onun gölgesinde onun altında Peygamber Efendimiz'i seven, ona hürmet eden, ona âşık olan, onun adını bilen, bütün mü'min, salih, abid, zahid, Allah'ın mü'min kulları orada toplanacaklar.

Livâü'l-hamd, "Hamd sancağı."

Bütün peygamberler, sıddıklar, şehitler, salihler, mü'minler onun altında toplanacaklar.

Allahu Teâlâ hazretleri, o kıyamet gününde bizi de Efendimiz'in livâü'l-hamd'i altında, onun sancağı altında, onun yanı başında, onun yanında, izinde, arkasında, onun grubunda, onunla beraber olmaya muvaffak eylesin.

Ve lâ fahre. "Övünç, övünmek yok, iftihar yok, gerçek bu." diye Efendimiz yine tevazuan o sözü buyurmuş.

Ve mâ min nebiyyin yevmeizin Âdemü fe-men sivâhü illâ tahte livâî.

Bakın burada benim demin açıkladığım şeyi Peygamber Efendimiz kendisi buyuruyor:

"Hiçbir peygamber yoktur ki o gün hamd sancağımın altında toplanmasın."

Âdem aleyhisselam ve ondan sonraki peygamberler. Evet onlar Peygamber Efendimiz'den önce dünyaya gelmişler ama Âdem aleyhisselam ve ondan sonraki bütün peygamberler, her biri eksiksiz olarak, hiçbirisi hariç değil, hepsi nerede olacak?

İllâ tahte livâî. "İşte hepsi benim bu livâü'l-hamd, hamd sancağımın altında toplanmış olacaklar."

Hepsi Peygamber Efendimiz'in livâu'l-hamd'i altında. Muhteşem bir sancak dalgalanıyor ve altında da Allah'ın en nurlu, en mübarek kulları. Mahşer yerinin en güzel yerinde, en güzel kullar Peygamber Efendimiz'in yanında olacaklar.

Ve ene evvelü men tenşakku anhü'l-ard ve lâ fahr. "İnsanlar kıyamet kopup da kabirlerinden kalkacakları zaman ilk kabrinden kalkacak olan yine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz." Ve ene evvelü şâfiin. "Ve kıyamet gününde ilk şefaatçi ben olacağım. Ve evvelü müşeffein. "Ve ilk şefaati kabul olunan, makbul şefaatli kimse olacağım." Ve lâ fahr. Övünmek yok." buyuruyor.

Tabi hadis meraklıları sorarlar:

"Bu hadîs-i şerîflerin senedi nasıldır, iyi midir?"

Evet, bu hadîs-i şerîfi Tirmizî rivayet etmiş; "Hasen hadistir." diye buyurmuş. İbn Mâce'de Ebû Saîd el-Hudrî hazretlerinden rivayet etmişler. Hadis, sahih bir hadîs-i şerîf. Bu kaynakları da; İbn Mâce'yi, Tirmizî'yi Türkçemize alimlerimiz kazandırdılar. -Allah rahmet eylesin.- Oralardan açılıp okunabilir.

Üçlemek için bu mübarek Mevlid kandili gününde bir hadîs-i şerîf daha okuyalım. "Onu kutlarken onun sözleriyle onun şahsiyetini biraz daha sağlam bir şekilde zihnimize gönlümüze yerleştirip aşkımız, şevkimiz, bağlılığımız ziyade olsun." diye bir hadîs-i şerîf daha okuyalım.

Ene seyyidü'l-mürselîn izâ buisû. "Ba's olundukları zaman ben peygamberlerin seyyidiyim."

Kıyamet kopup mahşer yerinde ba'su ba'de'l-mevt olduğu zaman.

Ve sâbikuhüm izâ veredû. "Ve cennete gidecekleri zaman en önlerindeyim, ilk girecek olan benim." Ve mübeşşirühüm izâ üblisû. "Ye'se düştükleri zaman onlara müjde vericiyim."

Tabi kolay değil; mahşer günü dehşetli bir gündür, herkes kendi telaşına düşecek, nefsî nefsî diyecek.

Arapçada bir kelimenin sonuna 'î' sesi geldi mi 'benim' demek. Nefsî; "benim nefsim, benim canım, benim başım, benim derdim, benim telaşım" diye herkes kendisinin, nefsinin telaşına düşecek.

Zor bir durum; "Acaba Rabbimiz bize ne muamele edecek?" diye korkacaklar, titreyecekler, terleyecekler.

"İşte o zaman mübeşşirühüm ben onların müjdeleyicisi olacağım."

"Beni görünce müjdelenecekler, benim şefaatimle kurtulacaklarını bildikleri için içleri açılacak, telaşları dağılacak." demek.

Ve imâmühüm izâ secedû. "Secde ettikleri zaman..."

Rahman'a secde edecek tabi. Allahu Teâlâ hazretlerinin tecellîsi, azameti karşısında mahşer halkı secde edecekler.

"O zaman ben onların imamıyım." buyuruyor.

"Namazı kıldıran imam gibi en önde onların önderiyim."

Ve akrabühüm meclisen ize'ctemeû. "Dîvân-ı ilâhî'de, Allahu Teâlâ hazretlerinin huzurunda toplandıkları zaman Allah'a en yakın olanları benim, en yakın oturanı benim."

Tabi biliyorsunuz bir mecliste oranın sahibine en yakın olan yere, en şerefli insan oturur. O manzarayı göz önüne getirin.

Etekellemü fe-yusaddikunî. "Ben konuşacağım, Allah beni tasdik edecek."

"Doğru söylüyorsun ey Habîb-i Zîşânım!" diye Resûlullah Efendimiz'in o güzel, doğru sözlerine Allahu Teâlâ hazretleri; "Doğru söylüyorsun." diyecek.

Muhterem kardeşlerim!

Allahu Teâlâ hazretlerinin; "Doğru söylüyorsun." demesi var.

Bir de riya ile ilgili bir hadîs-i şerîf okumuştum. Orada şöyle geçiyordu:

Âhirette muhakeme olunurken birisi kalkacak diyecek ki;

"Yâ Rabbi! Ben çalıştım, çabaladım, dünyada cihad ettim, senin için yapılmış olan bir harbe katıldım, savaştım, öldüm, şehit oldum."

"Allahu Teâlâ hazretleri ona buyuracak ki." diyordu, okuduğum hadîs-i şerîfte;

"Yalan söylüyorsun!"

Melekler de hepsi birden ve mahşer halkı da; "Yalan söylüyorsun!" diyecekler.

"Sen şöhret için çarpıştın, ganimet için çarpıştın, 'Ne kahraman!' desinler diye çarpıştın. Dünyevî bir sebeple çarpıştın; yalan söylüyorsun!" denilecek.

Demek ki Allahu Teâlâ hazretleri konuşanların yalan söyleyenlerine kezebte diyecek; "Yalan söyledin alçak!" diye azarlayacak.

Ama Peygamber Efendimiz konuştuğu zaman tasdik edecek. Çünkü Peygamber Efendimiz Allah'ın rızasına uygun güzel şeyleri söyleyecek, Allah onu tasdik edecek:

"Doğru söyledin ey Habîb-i Zîşânım." diyecek.

Ve eşfeu fe-yüşeffiunî. "Ben şefaat edeceğim, Allah benim şefaatimi makbul şefaat edecek, kabul edecek." Ve es'elü fe-yu'tînî. "Ve ben isteyeceğim, Allahu Teâlâ hazretleri de benim istediğimi bana verecek." buyuruyor.

Evet, böylece huzurunuzda şu mübarek kandil günü münasebetiyle, Efendimiz'in dünyayı teşriflerinin, doğumlarının mevlid-i şerîflerinin münasebetiyle onun hadîs-i şerîflerinden üç tanesini okumuş olduk muhterem kardeşlerim!

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem dünyayı teşrif eylediler, doğdular büyüdüler, peygamberlik kendilerine verildi, nice güzel ibret dolu bir ömür geçirdi. Nice tavsiyeleri, nasihatleri var.

Peygamber Efendimiz ile bizim münasebetlerimiz nedir?

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'i tanımalıyız. Bu bir. İlk vazifemiz; iman ettikten sonra onu tanımak. Resûlullah Efendimiz'i, sîretini, hayatını tanıyacağız.

Sonra hadîs-i şerîflerini tanıyacağız. Peygamber Efendimiz ne buyurmuş? Bakın yirmi üç sene peygamberlik yapmış, etrafındaki insanları Allah'ın yoluna çağırmış. Yalan yanlış iş yapanları ikaz etmiş, doğru olanlara doğru olan şeylerin doğruluğunu bildirmiş.

Neler söylemiş; o Resûl-ü Zîşânımız'ın sözlerini, fiillerini, hareketlerini, hayat tarzını merak etmiyor muyuz? İşte hadîs-i şerîflerini okuyacağız.

Sabahleyin kütüphanemi karıştırırken baktım. Herkese tavsiye ediyorum; Riyâzu's-sâlihîn kitabını okuyun.

Elhamdülillah bu kitabın Türkçeye üç ciltlik tercümesi var, Arapça metni var, Arapça şerhi var, açıklaması var. Bir de İngiltere'den, Amerika'dan İngilizcesini getirdim.

Benim Riyazu's-sâlihîn serim, kütüphanemde tamam. Darısı başınıza. Siz de hiç olmazsa Riyazu's-sâlihîn kitabının Arapçasını, Türkçesini, açıklamasını kütüphanenizde bulundurun, okuyun. Hiç olmazsa Riyazu's-sâlihîn penceresinden, -o İmam Nevevî hazretleri çok büyük bir alimdir, rahmetullahi aleyh, Allah şefaatine erdirsin- onun seçtiği güzel hadîs-i şerîflerden Peygamber Efendimiz'in nasihatlerini dinleyin.

Hadîs-i şerîflerini öğreneceksiniz. Sonra ne olacak?

Kuru bilginin ne kıymeti var? Bildiklerinizi yaşayacaksınız. Resûlullah Efendimiz'in tavsiyelerini tutacaksınız, ikazlarından mütenebbih olacaksınız.

Alışkanlıklarınız arasında, huylarınız arasında; "Bırakın." dediği kötü şeyler varsa onları bırakacaksınız. Ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in sünnet-i seniyyesi cadde-i kübrasında, ana caddesinde yürüyerek cennete doğru yaşamaya başlayacaksınız. Yaşamınızın sonuna kadar cennete doğru sağlam yoldan Cadde-i Kübrâ-ı Ahmediyye'den Şeriat-i Garra'nın yolundan yürüyeceksiniz. Bu önemli.

Yoksa Resûlullah Efendimiz doğmuş, vazife görmüş, mü'minleri yetiştirmiş.

Sonra?

Dinliyorsunuz ama hiç onun yolunda değilsiniz, hiç onun tavsiyelerini tutmuyorsunuz, hiç onun yasakladıklarından vazgeçmemişsiniz.

Böyle bir şey olabilir mi?

Bir mü'min için bu büyük bir tezat olur. Onun için Resûlullah'ın sîretini öğreneceksiniz, sünnetini öğreneceksiniz, sünnetini hayatınızda uygulayacaksınız. Peygamber Efendimiz'in sünnetini hayatında uygulayanlara Allah, yüzlerce şehit sevabı verecek, çok büyük mükâfâtlar verecek.

Göreyim sizi sevgili kardeşlerim!

Hepiniz Peygamber Efendimiz'in sünnetine uygun yaşayarak şu Türkiye'yi ve dünyayı Asr-ı Saadet gibi yapalım. Hayatımız, evimiz, çevremiz, köyümüz, şehrimiz, işimiz, çalışmamız, devletimiz, her şeyimiz Asr-ı Saadet müslümanları gibi, sahabe gibi, sahabe-i kirâm rıdvanullahi teâlâ aleyhim ecmaîn hazretleri gibi olsun; öyle güzel bir yaşam ile yaşayalım.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in bir sözünü etmek var; uzaktan diliyle Resûlullah Efendimiz'in sözünü etmek...

Bu yeter mi?

Yetmez. Bir âşık için bu bir hasrettir, bu bir ayrılıktır; böyle bir ayrılık canına ağır gelir, içini üzer, gözünden yaşlar döktürür. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in cemalini görmek lazım. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'i görmek lazım.

Olur mu?

Olur tabi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hadîs-i şerîflerinde bildiriliyor. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz insanın rüyasında görülebilir.

Nasıl görülür? Ya başka bir şey görürse?

Hayır. Bir insan Resûlullah'ı rüyasında görmüşse odur. Gerçekten Resûlullah Efendimiz'dir. Çünkü rüyada Resûlullah konusunda aldatmaca olamaz; şeytan Resûlullah Efendimiz'in sûretine simasına giremez.

Bana bazıları rüyalarını anlatıyor:

"Hocam, Resûlullah Efendimiz'i gördüm ama rüyamda Resûlullah Efendimiz'in sakalı bıyığı yoktu." diyor.

O şuna alamettir: Sen Peygamber Efendimiz'in ümmetisin ama Peygamber Efendimiz'in sünnetini îfâ etmemişsin. Resûlullah Efendimiz sakallı olduğu halde bak Resûlullah Efendimiz'in sakalını göremiyorsun.

Demek ki sünneti işlemekte kusurun var. İnsanın kusuruna göre bazen böyle ikazlı görünümler olabilir.

Ama insan Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'i rüyasında görmeli.

Bu nasıl olur?

Kısaca anlayacağınız gibi söyleyeyim ki "Aç tavuk rüyasında yem görürmüş." derler dedelerimiz. Şu mübarek kandil gününde latife yollu söyleyeyim.

Sen de Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'i aşk ile şevk ile seversen, onu candan seversen o da senin rüyana teşrif eder, senin rüyanı şereflendirir, sana cemalini gösterir.

Ama Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'i anmazsan, salât u selâmı çok eylemezsen, sevgisini içine yerleştirmezsen, onun hayatını okumazsan, hadislerini okumazsan, yolunda gitmezsen o zaman darılır, rüyana gelmez. Tabi o da bir ikaz işareti; ondan da mütenebbih olup insanın hâlini düzeltmesi lazım.

Allahu Teâlâ hazretleri cümlemizi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in sünnetine uyan, sevgisini kalbinde canlı tutan, Resûlullah âşıkı olan, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in yolunda yürüyen, Ümmet-i Muhammed'i seven, Ümmet-i Muhammed'in fakiri zengini, alimi cahili, yoksulu, şu ırktan bu ırktan, beyazı sarısı siyahı hepsini seven ve onların selameti için çalışan, Allah'ın sevdiği şekilde ömür geçiren, Peygamber Efendimiz'in tavsiye ettiği şekilde yaşayan, nasihatlerini tutan, iyi has ümmetinden olmaya muvaffak eylesin.

Ömrümüzü Efendimiz'in sünnetine uygun geçirelim, Allah'ın sevdiği şekilde geçirelim, Allahu Teâlâ hazretlerinin huzuruna, âhirete mü'minler olarak göçelim.

Mahşer gününde Peygamber Efendimiz'in livâü'l-hamd'i altında Allah bizi peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, salihlerle beraber haşreylesin. Peygamber Efendimiz livâü'l-hamd'i elinde en önden giderken o mübarek grubun içinde biz de Resûlullah Efendimiz'le beraber cennete varıp bi-gayri hisab cennete dahil olanlardan eylesin.

Cennet içre de bizi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e komşu eylesin. Dünyada asırlarca sonra, ondan uzak bir devirde yaşadık, dünyaya geldik; âhirette komşuluğunu nasip eylesin. Havz-ı Kevser'inden doya doya nûş edelim, Resûlullah Efendimiz'in meclisinde şâd olalım.

Allahu Teâlâ hazretleri bizi Rıdvan-ı Ekber'ine vâsıl eylesin. İki cihan saadetinin en yüksek mertebelerine nâil eylesin.

Hepinize dünya ve âhiretin her türlü hayırlarını dilerim. Gönüllerinizin muratlarını Allah'ın ihsan eylemesini dilerim. Nice nice mübarek günlere, kandillere, gecelere Allah'ın sevdiği kullar olarak, Resûlullah'ın razı olduğu kullar olarak erişmenizi niyaz ederim.

Allahu Teâlâ hazretleri dualarımızı kabul eylesin. Kandillerimizi mübarek eylesin.

es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!

Prof. Dr. M. Es'ad Coşan

 

Kaynak: iskenderpasa,com

Bu konuşma, 8 Ağustos 1995 tarihinde Prof. Dr. M. Es'ad Coşan Hocaefendi tarafından yapılmıştır.

10 Rebîü'l-Evvel 1440 Pazar

Arama

Miladi'den Hicri'ye

Hicri'den Miladi'ye