Hz. Peygamber ve Müslümanların Medine'ye hicretiyle dünya tarihinde yeni bir sayfa açıldı. Dünya tarihinin akışını değiştirecek olan İslâm, hicretle artık kendine bir sığınak, bir yurt buldu. Medine, dünya tarihinin gidişatını etkileyecek bir merkez haline geldi. Hicret, İslâm takviminin başlangıcına adını verdi.
Takvim, mutlak zamanı algılama ve belli bir plâna göre değerlendirme isteğinin bir ifadesidir. Takvimler, tarihî süreç içinde incelendiğinde, Batı'da Mayalardan, Doğu'da Mısırlılara kadar bütün kavimlerde zaman ölçüsü olarak güneş ve ay gibi gök cisimlerinin düzenli ve periyodik hareketlerinin esas alınarak hazırlandığı anlaşılır. Böylece pek çok faydası yanında -Kur'ân-ı Kerîm'de de beyan edildiği gibi- güneş ve aydan vakitleri bilme ve hesaplama konusunda da faydalanılmıştır. Gök cisimlerinin düzenli ve periyodik hareketlerini esas alan takvimler üçe ayrılabilir:
1- Güneş takvimi: Bu takvimi ilk olarak Mısırlıların kullandığı kabul edilmektedir.
2- Ay-güneş takvimi: Bu takvimde, yılın süresi güneş takvimininki ile aynıdır. Aylar ise mümkün olduğu kadar kamerî ayla başlayacak ve bitecek biçimde düzenlenmiştir. Yılbaşının her zaman aynı mevsime rastlaması için üç yılda bir kamerî seneye bir ay ilâve etmek gerekir. Zira kamerî sene şemsî seneden 11 gün eksiktir. Bu da üç kamerî yılda bir ay eder.
3- Ay takvimi, yalnızca ayın dünyadan görünen farklı şekillerinden; dolayısıyla ayın hareketlerinden yola çıkılarak hazırlanmıştır.
Asr-ı Saadet'te Takvim
Hz. Peygamber ve Müslümanların Medine'ye hicretiyle dünya tarihinde yeni bir sayfa açıldı. Dünya tarihinin akışını değiştirecek olan İslâm, hicretle artık kendine bir sığınak, bir yurt buldu. Medine, dünya tarihinin gidişatını etkileyecek bir merkez haline geldi. Hicret, İslâm takviminin başlangıcına adını verdiği gibi, takvimle ilgili gelişmeler de genelde hicret hâdisesinden sonra meydana gelmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm, muhataplarında esaslı bir zaman telâkkisinin teşekkül etmesini sağlamıştır. Aslında İslâm'ın, güneş takvimi yerine kamerî takvimi tercih etmesi, dinî maksatlara daha uygun olmasından ve adaleti sağlamasındandır.
Kurân-ı Kerîm ve Takvim
Kur'ân-ı Kerîm, göklerin tefekkür konusu edilip araştırılmasını istemekte ve muhataplarında zaman bilincinin doğması ve gelişmesi için gerekli verileri içermektedir. Kur'ân-ı Kerîm, zamana dikkatleri çekmek için zamanı ifade eden tabirleri sıkça kullanır.
“Namaz ve oruç gibi başlıca ibadetler, güneşin doğuş ve batış zamanlarına göredir. Eğer kamerî bir güneş yılı içinde sabit bırakılsaydı, muazzam bir adaletsizlik işlenmiş olacaktı; zira bazı Müslümanlar daima uzun günlerde oruç tutacak veya hayatları boyunca diğerlerinden daha zor şartlarda ibadet edeceklerdi.” (Seyyid Hüseyin Nasr)
Kur'ân-ı Kerîm, muhataplarında esaslı bir zaman telâkkisinin teşekkül etmesini sağlamıştır. Aslında İslâm'ın, güneş takvimi yerine kamerî takvimi tercih etmesi, dinî maksatlara daha uygun olmasından ve adaleti sağlamasındandır. Seyyid Hüseyin Nasr bu durumu şöyle açıklar: "İslâm, Arap kamerî takvimini benimsemiştir. Müslümanların dinî ibadetlerinin ritmini bugüne kadar belirleyen bu takvimdir. Kur'ân-ı Kerîm, bu âyetle sonradan çıkabilecek bir problemi çok önceden görmüş ve takvime ilaveyi yasaklamak suretiyle Müslümanlar arasında adaleti sağlamanın tek çaresine işlerlik kazandırmıştır. Namaz ve oruç gibi başlıca ibadetler, güneşin doğuş ve batış zamanlarına göredir. Bunun ötesinde İslâm, mensuplarının çeşitli coğrafi bölgelerde yaşadığı dünya çapında bir dindir; bu bölgelerde günlerin uzunluğu ve iklim şartları büyük farklılık arz etmektedir. Eğer kamerî yıl -bazı modernleşmiş Müslümanların, getireceği sonuçların farkında olmadan ileri sürdükleri gibi- bir güneş yılı içinde sabit bırakılsaydı, muazzam bir adaletsizlik işlenmiş olacaktı; zira bazı Müslümanlar daima uzun günlerde oruç tutacak veya hayatları boyunca diğerlerinden daha zor şartlarda ibadet edeceklerdi. Yalnızca böyle bir uygulamayı yasaklamak tüm inananlar arasında ilâhî adaleti sağlayabilirdi. Kur'ân-ı Kerîm böylece bu âyetiyle İslâm ümmetinin gelecekteki durumunu hesaba katmış, coğrafî sınırlarının vahyin inmiş olduğu Arabistan'ın çok ötelerine uzanacağını önceden görmüş oluyordu".
Hz. Peygamber Devrinde Takvim
Hicretin 2. yılında oruç ve kurban ibadetlerinin farz kılınmasıyla nesî'siz kamerî senenin kullanılması mecburiyeti ortaya çıkmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'in muhataplarına telkin ettiği zaman telakkisi ve takvimle ilgili yaptığı düzenlemeler de Hz. Peygamber devrinde takvim alanında meydana gelen gelişmelerin bir parçası kabul edilmelidir.
Hz. Ömer zamanında son şeklini alıp resmiyet kazanan ve genel bir kullanım alanı bulan hicrî takvimin teşekkülü bir süreç dâhilinde olmuştur. Rasûlullah'ın hicretinden sonra Müslümanlar, ister Rasûlullah'ın işaretiyle olsun, isterse kendi içtihatlarıyla olsun, gayr-ı resmî bir şekilde ve bir tamim söz konusu olmadan Rasûlullah'ın Medine'ye hicret vaktini (Rebiülevvel'i) tarih başlangıcı olarak kullanmaya başladılar. Bu takvimin ilk ayı Rebiülevvel, son ayı ise Safer'dir. Buna "gayr-ı resmî hicrî takvim" veya "asıl hicrî takvim" diyebiliriz. Hz. Ömer ise bu "gayr-ı resmî hicrî takvimi" ihya edip son şeklini vermiş ve resmiyet kazanmasını sağlamıştır. Hz. Peygamber devrinde takvimle ilgili en önemli gelişme, hicretin 10. yılının Zilhicce ayında vuku bulan Veda Haccında nesi' uygulamasına fiilen son verilmesidir. Hz. Peygamber, Veda Hutbesinde nesi' uygulamasını kaldırmakla kameri senenin tabiî akışını bozan unsuru bertaraf etmiştir. Böylece güneş yılını esas alan takvimlerden bağımsız, ayın hareketlerini esas alan bir takvimin ihdas edilmesinin yolunu açmıştır.
Hicrî Takvimin Resmî Tesisi
Daha önce ifade edildiği üzere Hz. Peygamber devrinde takvimle ilgili önemli adımlar atılmasına rağmen takvim meselesi belli bir usûle bağlanmamıştır. Bu durum, Hz. Ömer devrine kadar devam etti. Hz. Ömer devri, İslâm devletinin kısa bir süre içerisinde sınırlarının genişlediği, Müslümanların daha yoğun bir şekilde çeşitli dinî, siyasî görüş ve medeniyetlerle temasa geçtiği, diğer milletlerin İslâm dairesine kitleler hâlinde girmeye başladığı, resmî muamelelerin, medenî münasebetlerin çoğaldığı, askerî faaliyetlerin geniş çapta yayıldığı, devlet gelirlerinin arttığı bir dönemdir. Bu gelişmelere paralel olarak, Hz. Ömer devrinde, devletin müesseseleri yerleşmeye başlamış, divanlar tertip edilmiş, yazılan evraklara tarih koyma ihtiyacı doğmuştur.
Söz konusu ihtiyaç, bazı sahabeler tarafından da dile getirilmiş ve Hz. Ömer'e bildirilmiştir. Hz. Ömer de bir nevi devlet şurası hükmünde olan sahabelerin ileri gelenlerini toplayıp takvim meselesini onlarla istişare etmiştir. Bu istişarede bazı yabancı takvimlerin kabulünü teklif edenler olmuş ise de bu teklifler ilgi görmemiştir. İstişare neticesinde, Rasûlullah'ın hicretini tarih başlangıcı kabul eden ve senesinin ilk ayı Rebiülevvel olan nesî'siz gayr-ı resmî hicrî kameri takvim, Hz. Ömer tarafından hicretin 16 veya 17. yılının 15 Rebiülevveli'nde ihya edilip resmî hâle getirildi ve tamim edildi. Buna "resmî hicrî takvim" diyebiliriz. İbn Kuteybe'nin de işaret ettiği gibi, "gayr-ı resmî nesî'siz kamerî hicrî takvimde senenin ilk ayı Rebiülevvel iken "resmî hicrî takvimde daha önceki örfe uygun olarak yılın ilk ayı Muharrem kabul edildi. Böylece takvimde bir karışıklığın daha önü alınmış oldu. Bunun başka bir sebebi de Arap yarımadasında bu ayın hac mevsiminden sonra yılın ilk iş ayı olmasıdır.
Sahabe, İslâm tarihine başlangıç tayin ederken dört alternatif üzerinde durmuştur:
Hz. Peygamberin doğumu,
Hz. Peygamberin peygamberliği,
Hz. Peygamberin hicreti,
Hz. Peygamberin vefatı.
Alternatiflerin her birinin başlangıç olarak kabul edilmesi mümkün iken sahabeler, hicret vaktini tarih başlangıcı olarak kabul etmeyi uygun bulmuştur. Zira Rasûlullah'ın doğumu ve peygamberlik vaktini, kesin olarak tayin edilemedikleri için; Hz. Peygamberin vefat zamanını ise verdiği hüzünden dolayı, yani insan psikolojisi açısından uygun görmediler. Sonuçta ashâb, Hicreti İslâm tarihinin başlangıcı olarak kabul etti.
Netice itibariyle Mekkî nesî'li kamerî takvimin birtakım tadilat ve yenilikler yapılmış halefi mahiyetinde olan hicrî kamerî takvim, bir süreç dâhilinde teşekkül ederek Hz. Ömer zamanında son şeklini almış ve resmiyet kazanıp genel bir kullanım alanı bulmuştur.
Doç. Dr. Kasım Şulul